Hikayemin mekanı olan Hunyadi, Corvin ya da Hunedoara Kalesi, Romanya'nın Hunedoara şehri sınırları içerisinde yer almaktadır. Bu kale, insanı büyüleyecek derecede güzellikte olup, dünyadaki en güzel 25 kale arasında sayılmaktadır. Kaleyi ilk gördüğünüzde, kendinizi bir film setinin içinde gibi hissediyorsunuz.
Yıllardır yazmak isteyip de yazamadığım, beni çok etkileyen bu tarihi hikayeyi sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Birçok arkadaşımın bildiği gibi, Romanya’nın Ardeal - Transilvanya Bölgesi’nde ticari faaliyetlerimiz bulunmaktadır. Bu sebepten dolayı bölgeye her gidişimde hobim gereği hem yöreyi dolaşır hem de tarihi bilgiler toplar, insanlarla sohbet ederim. Bu hafta sonu tekrar ziyaret edip görseller aldığım Hunedoara’daki kalede geçen yaşanmış bir hikayeyi dilim döndüğünce anlatacağım.
Romanya’nın bu bölgesinin ismi Türk kaynaklarında Erdil veya Erdelistan olarak geçmektedir. Macarca "Er-dely" (orman ötesi anlamında) olarak kullanılan isim, Romenceye Ardeal olarak geçmiştir. Ardeal Bölgesi, Romanya’nın orta ve kuzey batı bölgesinde yer alır ve ormanlar, doğal güzellikler ve tarihi açıdan zengin bir bölgedir.
Bölgenin etnik, demografik ve tarihi bakımdan çok karışık bir yapısı vardır. Milattan sonra 100. yıllarda Romen milletinin kurucu ırkı olan ve bölgede ilk teşkilatlı idareyi kuran Daçlar olmuştur. 1000’li yılların başında bölgenin yeni hakimi Macarlar, buraya asılları Hun ve Avar Türklerinden geldiği tahmin edilen ama daha sonra Macarlaşan Sekelleri yerleştirmişlerdir. Türklerin Balkanlarda ilerlemesi ile 1300’lü yılların ortalarında bölgede Macarlarla temas kurulmuş ve o dönemden sonra 1800’lerin sonuna kadar Osmanlılar bölgede hep görünmüşlerdir.
Bu kısa girişten sonra asıl hikayemize dönelim.
Hikayemizin geçtiği Hunyadi, Corvin ya da Hunedoara Kalesi, Gotik Rönesans tarzında, 1446 yılında Macar kralı Hunyadi Yanoş tarafından yaptırılmıştır. Rivayete göre, Vlad Tepes’in yaklaşık yedi sene Macarlar tarafından hapsedildiği kaledir. Kale, çevresi akarsularla çevrili bir tepe üzerine kurulmuş olup, girişi bir köprü üzerinden yapılmaktadır. Kaleyi 30 Lei (yaklaşık 7 avro) karşılığında ziyaret edebiliyorsunuz. Kapının girişinin sağında mahpuslar için zindan, sol tarafta ise insanın tüylerini diken diken eden, karanlık bir oda ve odada mumyadan temsili işkencezedeler bulunmaktadır. Az ilerleyince geniş bir avlu karşınıza çıkmakta. Avlunun sağında ise yüksek ve gotik süslemeleriyle kaplı tavanıyla ihtişamlı kabul salonu yer almaktadır.
Kalede o dönemden kalma işkence odaları, işkence yöntemlerini gösteren figürler, kılıçlar, silahlar, büyük masa ve oturma yerleri, hediyelik eşya dükkanları bulunmaktadır. Ancak bir Türk olarak bu kalede asıl merakımı celbeden şey, bu kalenin tarihine iz bırakmış üç esir Türk askerinin hikayesidir.
Kalenin içinde bir su kuyusu bulunmaktadır. Kuyunun yanında İngilizce ve Romence olarak hikayesi yazılmıştır: Üç Osmanlı askeri o dönemde Macarlara esir düşer. Dönemin kralı Ion Hunyadi, tutsaklara “Bana burada bir su kuyusu açın, suyu bulursanız sizi serbest bırakırım” diye vaatte bulunur. Kral biliyordur ki ne oradan su çıkar, ne de bu Türkler o kayadan tepeyi deler. Amaç eziyet ve eğlence olsun. O tepeden su çıkarmak imkansızdır, bilek gücüyle kazmaksa akıl işi değildir. Ancak bilmedikleri bir şey vardır: o üç askerin mensup olduğu asil Türk Milleti, şanlı tarihinde hep imkansızı başarmıştır. Zorluklarla başa çıkmasını Orta Asya’da test etmişler, Ergenekon mahpusluğundan dağın demirini eritip çıkmışlardır. Ferhat, sevgilisi Şirin için dağı delmemiş midir? Konuyla alakalı çok sevdiğim bir atasözümüzü yazmadan geçemeyeceğim: "Türk karır, kılıcı karımaz." Yani Türk insanı ihtiyarlar ama mücadele gücünden, direnme azminden bir şey kaybetmez.
Üç yiğit tez vakit çalışmalara başlamış ve esaretleri 15 acımasız yıl sürecek amansız bir çalışma tutsaklığına dönüşmüştür. Bu üç yiğidi memleketlerinden uzakta on beş yıl boyunca azimle çalıştırabilecek tek şey, herhalde karanlıkların çok ötesinden belli belirsiz bir ışık hüzmesi şeklinde kendini gösteren özgürlük ve onları memlekette bekleyen sevdiklerine kavuşma umudu olsa gerek. Zaten başka bir çıkış, bir kurtuluş da yoktur.
Aradan yıllar geçmiş, kazmışlar, kazmışlar ve nihayet yerin 28 metre altında su arayan soydaşlarımız aradıkları suyu bulmuşlar. Bulmuşlar bulmasına ama suyu bulduklarında kendilerine özgürlük vaadinde bulunan Kral Ion Hunedoara ölmüş ve yerine karısı Kraliçe Elizabeth Szilagyi geçmiştir. Kraliçe, kocasının verdiği bu vaadi tanımamış ve hatta bu üç kahraman Türk'ü ölüme mahkum etmiştir. Türkler ölmeden önce son bir istek olarak bir taş parçası istemişler ve taşa meşhur şu yazıyı yazmışlardır (tabii ki Osmanlıca): “Suyunuz var ama ruhunuz, vicdanınız yok”.
Yazan da Hasan isminde bir askerdir. Ne hazin bir son, değil mi? Bunu okuyup dinlediğimde tüylerim diken diken olmuştu. Bir an o sahne gözümün önüne geldi. Bayram ve cenaze. Sen 15 seneni yerin altında bir ışık arayarak geçir, sonuçta sonsuz bir karanlığın içine gömül. Heyhat, ne kadar acıklı bir hikaye. Ama yine de orada ülkemle alakalı bir hatıra görmek beni gururlandırdı. Hele hele yabancıların bize karşı olan ve bugün bile devam eden bu iki yüzlü tutumlarını orada kendi yazılarıyla belirtmeleri, açıkçası beni biraz da mutlu etti.
İşte hikayemiz bu kadar. Umarım hepimiz sözünde duran insanlar olur ve sözünün eri kişilerle karşılaşırız. Söz, sözdür. Söz namustur. Sözümüze sahip çıkalım. "Öl söz verme, öl; sözünden dönme."
Sağıcakla kalın.
Ercan Çölmekçi
kalenin sembolü haline gelen sanatçı İoan Bascut ile sohbet.
Tutsak Hasan'ın yazdığı ''SUYUNUZ VAR AMA KALBİNİZ YOK '' YAZISI
işkence odası
Kuyu